Bütün notlarımın yandığını hayal ediyorum. Geçmişimin ve şimdimin yandığını hayal ediyorum. Onlarla birlikte bir köşeye kıvrılmış ben de yanıyorum. Alevler diniyor. Geriye sadece küller ve kemikler kalıyor. Küller ve kemikler… Ahmet Uluçay ağabeyimin kitabı, ablam hediye etmişti yakın zamanda. Başlamak istemiyordum, çünkü o bittiğinde devamı gelmeyeceğini biliyordum. İstanbul seyahatinde değerli bir ablam düşürüyor aklıma. Elime alıyorum. Birkaç sayfa okuyup kapatıyorum. Karantina arkadaşım, ablam ile sesli okuruz odada kitaplarımızı. Sesli okuyorum. Sesim titremeye başlayınca bırakıyorum. O fark etmiyor. Dayanamayıp yine alıyorum. İçimden okumaya devam ediyorum. Ruhum coşuyor, altını çizmek yetmiyor, içime sığmıyor cümleler. Şunu dinle deyip sesli okuyorum bölümü:
“…Büyük umutlar bağlarlardı bana. Hepsinin yüzünü kara çıkardım. Benden olsa olsa senin gibi bir Yakup olurdu. Ve öyle oldu. Ben bir düş çocuğuyum Yakup. Eski bir rüyanın peşine düşmüş, yitirdiğim deniz kabuklarını arıyorum bozkırda… Yakup gülüyor. Ceket cebindeki deniz kabuklarını şıkırdatıyor.
-Deniz kabukları burda, diye şaka yapıyor.
-Evet, diyorum. Yusuf da kuyularda…
Masadaki tekerlemeyi oynuyoruz Yakup’la.
-Kar üstüne düşen kekliğin tüyü neye benzer?
-Yusuf’un bıyıklarına…
-Kar üzerine damlayan kekliğin kanı neye benzer?
-Yusuf’un yanaklarına…
Yusuf gözler kamaştırıyor Yakup. Yusuf kuyulardan çıkacak, deniz kabukları senin cebinden…
Umut doluyoruz Yakup’la…”
Tekrardan kitabıma dönüyorum. Sayfanın kenarına not alıyorum; “Bir kitabın hiç bitmemesi için ne yapılır?” Bir an soru öyle zor geliyor ki içim daralıyor. Çok geçmeden kendimce cevabını bulup yazıyorum devamına. Çözümünü bulunca birkaç kanat eklendiğini hissediyorum bedenime. Bozkırda deniz kabuğu arayan ağabeyim gibi ben de denizin ortasında çakıl taşlarımı arıyorum.
Biraz daha ara veriyorum. Ablam yanıma ahşap kutuyla geliyor. Bana verirken gözlerinin içi gülüyor. Açıyorum kutuyu, bir not: “Yusuf kuyulardan çıkacak. Deniz kabukları senin cebinden… Minik bir armağan.” Deniz kabukları ve taşlar ile dolu bir kutu. Şu kaybettiğim taşlarım. Her yerde aradığım ama bulamadığım taşlarım. Evde taşlarım taşlarım diye dolanırken bana gülmüş, sonra bulamazsan söz veriyorum senin için ben toplayacağım demişti. Yanında götürdüğünü unutmuşuz, hatırladığında alıp getirmiş.
Kaybettiğimde şunu yazmıştım:
“Taşlarımı bulamıyorum şimdi de. Anlamıyorum nereye koymuş olabilirim? Annem kendini bulduğuna şükret bu odada diyor, Kafamın içi odamdan daha karışık…”
Demek ki insanın kafasının içindeki kargaşa dindiğinde, kaybettiği taşlarını bulabilirmiş, neyi arıyorsa bulabilirmiş.
Devamını yine Ahmet ağabeyin tabiriyle anlatacağım; “Gözümden sel gibi akan yaşlar, yaşlar aktıkça odağı sürekli değişen bir merceğin ardından algılamaya çalışırdım dünyayı. İçimin karanlığına düşerdim Yakup.” Bu sefer gözyaşlarımız içimizin karanlıklarından çıkarıyor bizi. Yusuf’u kuyulardan, deniz kabuklarını cebinden çıkarıyor gözyaşlarımız. Yeniden kuyulara düşmemize müsaade etme Allah’ım. Tut ellerimizden düşecek olduğumuzda, kalplerimize ve zihinlerimize sekinet indir… Kuşun yavrularını korumak için kanatlarını açıp altına aldığı gibi, sarıp sarmala bizi rahmetinle…
Yazan, Merve Ordu