Zaman, genellikle bizim boş anımızdan nemalanır; hunharca, gaddarca ve hissettirmeden… Biz ise elimizdekinin kıymetini bilemeyecek kadar başı dönmüş, kendini sonsuz arzu ve isteklerin içinde, karanlık dehlizlerde kaybolmuş, rüzgârın bile artık ne yönden estiğini pusulanın dahi bulamadığı fırtınalara teslim olmuş şekilde savrulurken görmekteyiz. Yazık, çok yazık… “Buna bir dur diyecek olan yok mu?” dercesine bakıyoruz etrafımıza… Yorulduk mu, tükendik mi yoksa artık üstümüzde ki buhranı atmaya mecalimiz kalmayacak kadar hasta mı olduk!?. Bence biz; henüz daha başlamamış bir filmin fragmanını izliyoruz, belki de görünenler bizim sandığımız şeylerden çok daha farklıdır. Her şeyin ötesindedir…
Darmadağın olarak başladığımız bir güne uyandığımızda; ne kendimize baktığımızı ne de çevremizi umursadığımızı görürüz. Kendimize çekidüzen vermemiz gerekirken, dik durup hayata karşı dört elle sarılma gibi elimizde gençliğin verdiği bir dinamizm varken neden akıp giden zamanın saniyelerine direnmekten çok onun heba olup gitmesine müsaade ediyoruz? Hani derler ya; “Hayatım bir film şeridi gibi gözümün önünden akıp gitti.” Sahi biz gerçekten hayatımızı bir filmden ibaret mi görüyoruz, onun sadece bir izleyicisi miyiz? Yoksa o filmin başkahramanı mıyız? Hayatın içinde miyiz yoksa dışında mı? Temel sorunumuz aslında tam olarak bu olmalı; hayatın içinden enstantane paylaşımlar yapmaktan çok çevremize duyarlı olsaydık belki de zamanı daha bilinçli kullanır insanlara/topluma daha yararlı işlerde, kendimizi o karenin içinde bulurduk. Belki de poz vermesi gereken, arayışta olduğumuz obje gibi küçük bir nokta değil de hiçbir kadraja sığmayan büsbütün bir mutluluğun tablosu oluverirdi karşımıza. O hep aradığımız huzurun tablosu…
“Yanında olduğum zaman değerimi bilmezsen; değerimi bildiğin gün beni yanında bulamazsın.” der merhum Necip Fazıl, yanında olduğum zaman… Geçmişte nice yakınlık kurduklarımız vardır ya da öyle görünen suretler, zamanda bir yolculuk yapmak istesek tekrar o günlere dönmek istediğimiz anlar vardır. Ancak aynı şeyi yapmak için değil doğru kullanamadığımız zamanı bu sefer telafi edip doğru kişiye değer vermek için… Görünen o ki; hep hazırlıksız yakalamış bu hayat bizi, akışına bırakırken zamanı, hesaplayamamışız adeta hızını… Bir gün geminin alabora olacağını tahmin edemeyecek kadar hazırlıksız olan kaptan, yolunu kaybetmiş pusulası şaşmış bir insan, uçmaya bile mecali kalmamış kuş… Buyurunuz hepsi zamanın eseri lakin bu bir akış değil bilakis girdabın ta kendisi. İçine çektikçe parçalayan, baş döndüren korkunç bir girdap…
Sonunda kurtuldun artık o kötü günlerden, arkanda bıraktın her şeyi ve yeniden deniyorsun; pes etmeden, gayretlice, umudunu koruyarak… Uçmaya hazır olduğun vakit geldiğinde arkana bakmadan uçacaksın; geldiğin yerin toprağını, suyunu, taşını unutarak; dönüp arkana bakmaksızın. Gittiğin yerlere umudu, sevgiyi, değer-kıymet vermeyi, güveni de götürmeyi unutma tıpkı geldiğin yerlerde bunun filizlerini ektiğin gibi… Oradakilere öğret; zamanın acımasızlığını, bırakmasınlar akışına her şeyi, harcamasınlar boş yere saniyelerini, bitirmesinler gençliklerini ve kapılmasınlar “boş zaman” furyasına… Aldanmasınlar, kandırmasınlar kendilerini; zaman seri, gençlik fani…
Tavsiye et onlara:
Okuyun kitabınızı; anlayarak, düşünerek, aktararak ve de sımsıkı kavrayarak hiç bırakmadan. Alın elinize kalemi yazın; aklınıza ne geliyorsa ilim-irfan aşkına… Boşu doldurmak biz gençlerin elinde, zamanın kontrolüne sahip olmak gençliğin elinde unutmayalım ki; “Tek başına olabilirsin… Ama doğru yerde durursan herkes sana bakar.”
Her zaman daha iyi bir gelecek umut etmek, yarınlara daha güzel bakabilmek, önüne gelen her fırsatı değerlendirmek biz “gençlerin” elinde; okuyan, yazan ve zamanını bilinçli kullanan bir nesil için her daim birlikte olmak dileğiyle…
Yazan, Abdullah EROL (Karamanoğlu Mehmetbey Üni. İslami İlimler Fak. 4.Sınıf)