Mutluluk nedir? İstediğimiz bir şeye anında ulaşmak mı yoksa yaptığımız bir şeyden sadece haz duymak mı? Yoksunluk çekerken çat kapı gelen, hayatımızın bir dönüm noktası mı yoksa her şeye sahip olduğumuzu düşünürken daha da fazlasına kavuşmak mı? Bir garip bilmece…

Sözlük, mutluluğu: “Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan kıvanç durumu, mut(I), ongunluk, kut, saadet, bahtiyarlık, saadetlilik.” diye açıklar. Eksiksiz ve sürekli duyulan… Genele baktığımızda bu halet-i ruhiyeyi sık görmemiz nasip olmaz zaten; aniden gelen bir kaza haberi, toplantıya yetişmeye çalışırken trafik zinciri, tedbirli olayım derken tatlı bir sakarlık ya da ahizenin diğer tarafından iletilen “Ölüm” haberi… Günübirlik değişen duygularımıza yetişmek bir hayli zordur kimi zaman ahenk içinde bizi yakalayan duygular senfonisi, kimi zaman da dört bir yandan saran karanlık ve sonunda haykırdığımız sessiz bir çığlık… İşte mutluluk o anlarımızın en tatlı misafiri onu öyle bir ağırlarız ki onun bize verdiği ziyafeti ona ithafen tekrardan sunamayız… Mahcubiyet, hüzün, hayıflanma gelir peşinden, biraz kalsaydın be mutluluk… Az hasret giderseydik seninle…

Mutluluğun derin dehlizlerine paletle ya da denizaltı keşif maskeleriyle dalamazsınız, çünkü çok derindir… Zihnimizin bir taraflarında yine çalgılı eğlencelerine devam ediyordur o bizde sadece ritmine kapılırız. Peki ya mutluluğu gerçek anlamda ele alacak olursak ne olur? Neler değişir? Bu dünya mutluluğu yeter mi tatmin olmamıza? İpin diğer ucuna da bakmak gerekmez mi? Düşünelim…

Mutluluk ya da halk arasında da tarifi bilinen saadet, paha biçilmez bir hissiyattır; kimi zaman cihadda kazanılan bir zafer, bazen de vurulduğunda tadılan şehadet duygusu -Rabbim bizlere şehitlik mertebesine ulaşmayı nasip etsin- işte bu kadar kolay görünüyor ancak cefa çekmeden sefa sürülmez… Bunlardan da mutluluk olur mu? Demeyin öyle… “Tatmayan bilemez.” derler. Yaşamak nasip olur mu bilmem -İnşaallah olur- ama Hakk yolunda mücadele edenlerin şehit olduğunu gördüğümüzde derin bir sıkıntı kaplıyor önce bedenimizi sonra bir esenlik -Rabbim veriyor rahmetini- diyoruz ki o şehit oldu, güzel bir uğurda mücadele etti o, bu kadar mutluyken iki cihan saadeti kazanmışken belki de sabrın dikeni gül bahçesi olur açar gonca gonca…

Bir de davalarımız var elbette; netice bekleyen, karara bağlandığında sevinç çığlıkları atacağımız, dört bir yanımızı mutluluk kaplayacak olan… Ona da değinmeden bitirmek istemedim doğrusu. Nedir o sonuçlan(a)mayan dava? Tabi ki kanayan yaramız “KUDÜS”… Zulmün kol gezdiği; esenliğin, mutluluğun es geçtiği bu topraklar, bu mabed hepimizin yüreğinde bir acı, sızı, eşsiz bir yankı bıraktı. Tarif edilmesi güç… Ancak bilinmesi gereken bir şey var ki; “Hakk yolundaysan, yolunda/davanda ısrarcıysan; yan çizmez sonuna kadar da gidersin. Kudüs şimdinin davası değil, geçmişten beri vardı; zulmeden de ateşten beslenen de işi yokuşa süreninde elbet bir gün tahtı yıkılacak, hükümranlığı bitecek, devir daim olacak sıra bize gelecek… Bizimse tek cevabımız: “لا غالب الا الله” olacak… O günü sabırsızlıkla bekleyeceğiz.” İşte gerçek mutluluk asıl saadet bu, bizim için bir kıymeti, anlamı, mahiyeti derin olan şey bu…

Şehadet için doğmak ve onun için yaşamak araç uğruna değil de bir amaç uğruna hayatını idame etmek… Dünyaya tamah etmekten çok ahireti dört gözle beklemek; sevdiğine, sevgiliye, sevdasına kavuşurcasına bir aşkla, muhabbetle, sonsuz teslimiyetle…

İşte hakiki mutluluk; birimizi ilgilendirdiği gibi hepimizi kuşatan…

Yazan, Abdullah Erol (KMÜ İslami İlimler Fak. 4.Sınıf)