Geçmiş zaman olur ki bir yazımız. “Salt düşünceden, Tefekküre geçiş”, her ama her şey de.
Bu haftanın ehemmiyetine uygun olsa gerek…
Buyurunuz;
Kafamı ne zaman kaldırsam görüyordum. Bakışıyorduk. Ben bazen gözümü kaçırıyor, ama sonra yine kaçamak bakışlarla da olsa dayanamıyor bakıyordum, “o da bana bakıyor mu acaba?” diye.
Sonrasında, ilk günlerimizi hatırlıyorum; ben heyecanlı, sen ise asil ve özel. Ne yapsam, nasıl davransam diye kendi kendime soruyordum hep. Usul nedir? Adab nedir?
Zamanla alıştık artık birbirimize. Lakin beni bir kıskançlık sarmaya başladı bu seferde. Bakışlarımız, bakışmalarımız, acaba ilk günkü gibi miydi hala, diye sordum kendime?
Neden olmasındı ki, herkes, her şey, giderken sen yine de yanımdaydın, kafamı kaldırdığım yerde duruyordun, acaba ben yanına gelir miyim diye, masum masum, ama bir o kadar da asil ve özel bana bakıyordun.
Sana geç kavuşmanın zorluğunu çekiyordum, korkuyordum. Ya bir gün gidersen, ya da ben senden gidersem. Aman Allah’ım düşüncesi bile kötü. Neden ayrılalım ki?
Sen değil misin, en zor zamanlarda sarıldığım, elimi uzattığım, elini uzatan, gönlüme.
Sen değil misin, bana, yolculuğumda can, heyecan, yoldaş.
Sen değil misin, geç kavuştuğum sevgilim.
Evet, sensin tabi. Açım sana, hasretim yanımdayken bile.
Nereye gittimse, senden bir parça da hep yanımdaydı. Filistin’deydik bir gün, küçük Mahmut’u ziyaret etmiştik. Bosna’da Leyla’yı, Sırpların zulmettiği küçük Leyla’yı. Şırnak’a gitmiştik bir keresinde “Mem ve Zin”in yanına. Hangi birini sayayım ki birlikte gittiğimiz, yaşadığımız dünyaların. Hep yanı başımdaydın, Mekke, Medine, Diyar-ı Bekr, Konya, Edirne, Mısır, İngiltere, Rusya, İran… ve daha bir sürü mekanda. Yaşadıklarımızı yazmaya kalksam, sığmaz sayfalara…
Bazen, sana günlerce uğramasam, bakmasam, ya da bakıp bakıp elimi uzatmasam dahi, sen benden gitmiyorsun. Saçma sapan bahaneler sunmuyor, beni üzmüyorsun. Belki sen üzülüyorsun, ama belli etmiyorsun. Yanına geldiğimde, yine açıyorsun kollarını bana. Ve ben, hasretle yine sarılıyorum sana.
Hani bazen, saatlerce konuşuyorum ya, aslında senden aldığımı sana söylüyorum, ama sen yine de duruşunu bozmuyor, öylece sessiz sessiz dinliyorsun beni. Zaten bütün öğrendiklerim ve öğreneceklerim senin sayende değil mi…
Neleri sığdırmıyorsun ki içine, Acıyı, Kederi, Tarihi, Aşkı, Sevdayı, küçükük ellerle verilen bir gazete kağıdını bile…
Dostum… Dert ortağım… Kitaplarım… Kitap hanem… Küçük dünyam… KÜTÜPHANEM…
Kitap okumaya başladığımdan beri bana verdiğin bir mesaj vardı ve benim de gençlere aktardığım sürekli. “Kitap yetmez, Kütüphane okuyacağız”. Seninle okumanın zevkini, bilginin tadını aldım. Paylaşmanın ne demek olduğunu anlamamda bana en büyük destekçim sen oldun.
Dostum… Seni, nefsim geri vites atmadığı ve Mevlam izin verdiği sürece bırakmayacağım…
Bende ki seni anlatmaya kelimeler yetmez belki, ama seni sen yapan, var olmana sebep hakikat ve neden “Asil ve Özel” olduğunu Kitab-ı Mübin olan açıklamıştı:
OKU, Yaradan Rabbinin adı ile… ( Alak Suresi / 1.ayet )