Allah(cc) emir buyurdu. Yayın, yayılın. Duyun, duyurun. Öğrenin, öğretin. Mütevazi olun, kibirlenmeyin. Bu emir üzere, zamanın zifiri delaletini ve cehaletini yüzyıllara sığmayacak bir aydınlık olup dağıtmak için her bir eserinde nakış nakış mütevazilik işlemiştir bilim adamlarımız.

Yıllarca kör kütük devam eden cehalet zincirini kırıp, bilgilerini ilmek ilmek insanların aklına kaydetti İbni Sina. Her gün bir can kurtardı ve hayatı her zaman onlar için kolaylaştırdı. Bunu hiçbir şekilde duyurmadan sessizce yapışıydı onu mütevazi kılan. Attığı adımlar dünyayı sarsabilecek dahi olsa o mütevaziliği seçti ve asla yaptığı bu muazzam eserlerle övünme rehavetine kapılmadı. Kendini bir yaratıcı gibi görmedi. Aksine yaptığı her işte Rabbine olan sevgisi ve hayranlığı arttı. Sadece “O”na hizmet etmek isteyen bir kuldu İbni Sina. Tüm bu gayreti ve çabası pâyidar dinini yüceltmek ve “Yüce Rabbinin” buyruğuna uymak içindi. Rabbi gördükten sonra onun için kulun minneti ve övgüleri gereksizdi.

Övgülere mazhar yedi tepeli şehrin semalarından bir gölge düşüverdi yeryüzüne. Alışılmadık bir görüntü belirdi. Kanatlarının altına aldığı kadim şehre yaslanıp, tüm gücüyle kendini aşağı bıraktı Hazerfen Ahmet Çelebi. Bir kuş kadar özgür kıldı bilgileri ve tüm kuşlarını kara semaya tek tek saldı. Bir bir yayıldı ak kanatlar kara semada. Hazerfen Ahmet Çelebi uçabildiğinin kat kat fazlasını yaydı. Öğrendi, öğretti. Ak kanatlı kuşları görenler bu kuşların hikmetini sorar oldu. “Düşmanın üzerine barut fıçıları yağdırırız.” diye kısık bir ses duyuldu kendisinden. İş bu ya, Hazerfen Ahmet Çelebi bu kuşlara adını hiç söylememişti. Semaların fâtihi olma imkânı varken o sadece göklere olan sevdasıyla baş başa kalmak istemişti.  Ne başka bir ödül ne de mükafat istedi insanlardan. Dedik ya mütevazilik böyle bir şeydi. Sema çok güzel bir huzur, özgürlük ve kaleme alınması gereken bir aşktı. Bunu anlatamayacağını fark ettiğindeyse göstermeyi denedi. Göstermeliydi çünkü istikbal, özgürlük göklerdeydi. Çalıştı ve başardı. Tek tek ayaklarını kesti yerden insanların. Tabi onların da gökyüzünü görünce nefesleri kesildi. İhanet dolu insanların tepesine barut fıçıları yağdırmak biz torunlarına kaldı.

Gecenin karanlığında Rabbinin kâinatı yaratırken kullandığı dili araştırdı başka bir mütevazi bilim adamı. Gözlerindeki mucize dolu bakışlarıyla o da tek tek yıldızlarda buldu ilmini. Onlara şöyle tembihledi: “Her biriniz yaradılışın bir sırrısınız. İnsana ve insanlığa yol gösteren birer kılavuzsunuz. Sakın ola kimseyi yarı yolda bırakmayın!” Her daim bu sözde durdu yıldızlar. Parladılar… Parladılar… Sır gibi sakladılar gerçekleri ve sadece o manâyı yakalayabilen Ali Kuşçu’nun gözünde daha bir parlak göründüler.

Karanlık… Cehaleti tanımlayan en uygun kelimeydi aslında. Tüm gerçekliği örter gerçeği gizli kılardı. Uykuya gaflete düşürürdü insanı. Geleceği siler, geçmişi pinhan ederdi. Her anıyı unutur, unuttururdu. Ta ki İbni Heysem karanlık odayı bulana kadar. Karanlık oda onun sayesinde her bir anı resme dönüştürdü ve fotoğrafı mümkün kıldı. Karanlık onun için aydınlığa açılan bir kapı oldu. Cehalet timsali karanlık onun ellerinde ilme dönüştü. Gizleyen, dile getiren; saklayan, gösteren oldu. Fakat bu sırra eren İbni Heysem kendisi bir sır olup kaldı dünyada. Sahi neden bilinmez adı? Karanlığın mümessili cehalet mi unuturmuştur bu mütevazi insanı?  Yoksa zaman mı?

Zaman… Kendi seyrinde hiç fark ettirmeden bir nehir olup usulca akıp gitti. İnsanlar boşa geçen saatleri, günleri, yılları hatta ömürleri hissetmedi bile. Ölçülemezdi çünkü. Bu nehirdeki değirmenin çarkında mütevazilikte sınır tanımayan bir insanımız ses verdi geçmişten. Yapılan bu israfı ve gerçekleri bir bir gösterdi. Bunu duyan insanlar meraklanıp “Nasıl?” dediler. “Anlat bize nasıl ölçeceğiz biz bu zamanı?” Zamanın uleması Takiyüddin yıllarca beklediği bu fırsatla buluştuğu an, zamana dizgin vuruldu. Geriye sadece bu buluşu onlara anlatmak kaldı. Onu da yıllar içinde başardı. Başardı ama icat ettiği bu zaman makinesinin çarkları arasında o da unutulup gitti.

Unutulup giden sadece bu kadar değildi. Mütevazilik kelimesini en güzel şekilde somutlaştıran nice İslam bilim adamı, bazen sustular mütevazilikten bazense susturuldular cehaletten. Sesleri kısıldı, boğuldu, yutuldu karanlıkta. Allah’ın (cc) buyruğu üzerine unutulacakken yapılan bunca şey, bir ses çıkıp modern çağın yüzüne hiç olmadığı kadar haykırdı. Mütevazi bilim adamlarının haklı sesi oldu. Fuat Sezgin

“Ben mütevazi bilim adamlarının sesini duyurdum ve yüklerini omuzladım. Şimdi bayrak yarışında size düşen bölüme yaklaştık. Sakın ola tıbbın babası İbni Sina’yı, göklere sevdalı Hazerfen Ahmet Çelebi’yi, yıldızların sırdaşı Ali Kuşçu’yu, karanlığı kendi tarafına çekip ilme köle yapan ibn Heysem’i, kimsenin zincir vuramadığı akıp giden zamana ölçüler koyan Takiyüddin’i ve diğer tüm mütevazi bilim adamlarını unutmayınız! Onları öğrenin, öğretin, duyun, duyurun. Size her zaman ilmi tebliğ eden dininize sırtınızı verdiğinizde (mütevazi bilim adamları gibi) başarı size haktır. Şüpheye düşmeyin. Vazgeçmeyin. Allah ve dinimiz sizinle beraberdir” dedi lisan-ı hal ve meramıyla İslam bilim tarihine adanmış isim.

Yazan , Sündüs Yıldız ( Atakum İHL 9.Sınıf )