Yorgunum sadece; öyle uzaklara dalmaktan, düşüncelerin derinliklerine dalıp çıkamamaktan, kaos içinde düzen aramaktan yoruldum artık… Kaçmak istiyor, özgürlüğe kanat çırpan kuşların peşine takılıp “Beni de gittiğiniz yere götürür müsünüz?” demeye dahi cüret edip, bana vurulan prangaları kırıp gitmek istiyorum. Bana hunharca kahkaha atmaları, örselemeleri çokta önemli değil artık bu saatten sonra ben sadece “kendimin peşindeyim artık” kim ne derse desin…

Yürüyorum, ıssız bir çölün ortasında; ayaklarım kuma batıp çıkıyor, gözlerim artık işlevini yitirmiş, uzaklar desen hep serap… Ne bir damla su kalmış mataramda ne de yamalı cebimde kırıntı, dikenleriyle adeta canımı acıtırcasına görebildiğime bir kaktüs, yaşam kaynağım… Ondan da su çıkarsa… Yaşıyor muyum yoksa ölümün bir dizi fragmanı mı bilemiyorum, tek düşündüğüm bir an önce kendimi bulmak; kocaman bir çöle atılmış küçük bir yüzüğü bulmak kadar zor olan kendimi… Her serap adımlarımı hızlandırıyor, biraz daha biraz daha evet varmak üzereyim, buldum galiba kendimi, diyorum. Yine hüsran, bulduğum kendim değilmiş kendimdenmiş anlamam haylice zor oldu. Gülüyorum… Yoruldum; dermansız kaldım yine, yığıldım yere artık kumlarla hemhal oluyorum bana acımasız değiller artık; anne şefkati gibi sarılıyorlar, her bir zerresinde anne kokusu, her bir kum tanesinde anne sıcaklığı var sanki içimi ısıtan, yorgunluğumu çekip alan… İçine çekip, beni kasıp kavuran…

Kurtuluyor muyum bilmiyorum, gün mü doğuyor yoksa ölüyor muyum anlamış değilim. Yorgun bedenim, durgun aklım, karmaşık zihnim artık alay eder olmuş benimle, ne gerçek ne de yalan ayırt edemiyorum… Yemyeşil bir yerde akan bir nehrin dibindeyim sanki burası kendimi aramam gereken yer gibi ama buraya nasıl geldim, kim getirdi hatırlamıyorum. Yine mi serap, zihnimin bir oyunumu bu yoksa diyorum ve birden kendimi buluyorum, işte ben…

Buldum kendimi işte karşımda duruyor; tanıyamıyorum, yeniden tanışmak istiyorum bana ne olduğunu sormak istiyorum. Neden kaçtım ben özgür kuşlarla, neden çöllere düştüm mecnun gibi, neden buradayım aklımda sayamayacağım kadar sorular var ve ben cevabı öğrenmek için acele etmiyorum. Bitsin istemiyorum bu hesaplaşma… Kendime kızıyorum… Kendime soruyorum… Kendimi arıyorum…

Anlıyorum ki; ben acele eden biriymişim, sabır nedir bilmezmişim, yorgunluğun olgunlaşmanın hazırlığı olduğunu anlayamamışım… Tıpkı dışı güzel görünen ama içi ermemiş tatsız meyve gibi. Çöllere düşmüşüm; kendimi aramışım kızgın sıcaklarda, sabrımın sonuna gelmişim, imtihanın en büyüğünü kendimi kendi gözümden aldanarak yaşamışım. Susamışım, yanmışım, yanılmışım… Gözümü açtım ve buradaymışım; yolun sonuna gelmişim şimdi hesap vaktiymiş “kendim olmam” için…

Ben kendimi bulmak için yana döne aranırken; Hz. Mevlana’nın tabiriyle “Hamdım, Piştim, Yandım.” hemhal olmuşum… Hamdım; çok acele ettim uçmaya, gitmeye, yorgunluğa, yollara düşmeye… Düşünemedim. Piştim; pusulamı kaybettim, yolumu şaşırdım düştüm çöl kumlarına, kandım zihnimin oyunlarına, naçar kaldım kızgın sıcaklara… Dayanamadım. Yandım; vardım suya içtim kana kana, ağacı, çiçeği koklaya koklaya hasret kaldım, yine yandım. Kendimi buldum. Yine anladım ki: “Aramakla bulunmaz; lakin bulanlar arayanlardır.”

Yazan, Abdullah Erol (Karamanoğlu Mehmetbey Üni. İslami İlimler Fak. 4.Sınıf)