“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”

Diyor ki sevgili Şeyh Galip,

“Kendine dikkatlice bir bak; sen âlemin özüsün.
Sen varlıkların gözbebeği olan insansın.”

Bu hatırlatma dizeleri boşuna değildir. Çünkü bizler yaradılış amacımızı bilmediğimiz takdirde, kendimizdeki cevheri fark edemediğimizde, insan olduğumuzu unutuyoruz. Çünkü insani unutan demektir ve unutur. İnsan bu fâni dünyaya bir amaç üzerine geldi. O amaca ulaşması için de insan olmasıyla ancak mümkün olur. Unutan insan için en güzel yöntem ise, tekrarlamaktır. Ne demişler, “Et tekraru ahsen velev kâne yüz seksen”. O vakit tekrarlayalım. “İnsan ol biraz” diye bir cümle vardır. Hepimiz de bu cümleyi duymuşuzdur ya da söylemişizdir. Bu cümleyi özellikle kötü bir durum veya bir tavırla karşılaştığımızda kullanırız. Peki, nedir ve kimdir insan?

Hepimiz suret olarak birer insanız yani dıştan görüntümüz öyle. Peki ya sîrette yani içte? Belki de en çok bu soruya cevap aramamız lazım. Çünkü insan kendi değerini bilmeyen bir cevherdir. Canlıdır; eli, kolu, ayağı, gözü olandır. Yaratılmış olan tüm varlıklardan pek çok vasıflara, özelliklere sahiptir. Yüce Allah’ın sorumluluk verdiği tek canlı, insandır. İrade sahibidir, akıl edebilen, hissedebilen ve istediği her türlü şeyi dile getirebilen insan, bu özellikleriyle yaratılmış olan tüm yaratılmışların ve canlıların en üstünüdür.

İnsanın hem sureti hem de sîreti vardır dedik. Canımızın içinde bir can var. Bu can’ı bulabiliyor muyuz? Bizler her zaman aradığımızı dışarıda arıyoruz. Hâlbuki bilmiyoruz ki o aradığımız kendi içimizdedir, canımızdadır. Aradığımızı kendimizde aramak. Peki, insan, kendinde neyi arayacak? Elbette diğer varlıklardan daha üstün vasıflarla kuşanmanın yolunu arayacak. Yani iyiliği, alçakgönüllülüğü, saflığı, merhameti, anlayışlı ve duyarlı olmayı, hâlden anlamayı, dinlemeyi, anlamayı ve kendi değerini yüceltecek olan ahlaki durumu arayacak. Çünkü insan, tekdüze bir varlık değildir. Yaratılışımız gereği iyiye ve kötüye yönelme potansiyelimiz her zaman vardır. “İnsana sığabilene âlem, âleme sığamayana insan denir” demiştir Muhammed İkbal. Ve Muhyiddin Abdal’ın en sevdiğim dizeleri gelir aklıma;

“İnsan insan derler idi
İnsan nedir şimdi bildim
Can can deyu söylerlerdi
Ben can nedir şimdi bildim…”

İnsan Allah’ın çok sevdiği, Allah’ın lütfettiği, sorumluluk verdiği ve insan Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Yüce Allah bizlere şöyle sesleniyor; “Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.”(Ahzâb Suresi, 72.ayet) Bir insana emanet yüklendiği vakit neden cahil denmiştir? Bunu düşünelim. Çünkü emaneti yüklenecek kabiliyet ve yetenekte oluşunun insan farkında değildir. Sizce de farkında mıyız? Yaratılmışların en üstünü, en güzel özelliklere sahip olanı, en şereflisi olmak kolaydır. Peki, yaratılmışların en üstünü gibi davranıyor muyuz?  Dağın, taşın bile üstüne almadıkları sorumlulukları hatırlıyor muyuz? İçte insan olmanın belirtisi Allah’a verdiğimiz sözde sadık kalmak ve üstlendiğimiz sorumluluğu yerine getirmekle anlaşılır.

Kur’an-ı Kerim’de insan, kendisine secde edilen, Allah’ın halifesi seçilen, cömert, nankör, aceleci, cimri, âlim, hırslı gibi pek çok şekilde tasvirlerle anlatılır. İnsanın iyi veya kötü olmak olması yaradılışından vardır. Çünkü insan hem mükemmel hem de eksiktir. İnsanın iyi veya kötü olması aile veya toplum hayatıyla şekillenir. İnsanın kötülük yapması bilgisizlikten, özünü bilmemekten kaynaklanır. İnsanın içinde gizli bir öz vardır. O öz iyi huylarla zaman içerisinde gün yüzüne çıkar. Dışımızı temiz tuttuğumuz kadar içimizi de temiz tutarsak o gizli özümüzdeki güzellikler kendini gösterir. Öze indik mi ne kibir, ne haset, ne kıskançlık ne de başka bir kötülük kalır. “Biz insanı en güzel şekilde yarattık.”(Tin Suresi, 4.ayet) İnsan tüm bu âlemin özüdür. En güzel ve en mükemmel biçimde yaratılan, Allah’ın ruhundan üflenen, zekâ, akıl, anlayış, kavrayış gibi nimetlerle kuşatılmış bir cevherdir. Kendi kıymetimizi bilmiyoruz. İnsanın yükselişi ancak Rabb’ini bilmesiyle başlar.

Tüm güzellikler aynı değerden geliyor sanırım. Gururlu olma, kibirli olma, başkalarının kusurlarını arama, kimseye iftira atma, adaletten sapma, dedikodu etme, nankör olma, kimseyi hor görme, kusur araştırma, ayıplama, yetimi üstün tut, şükret, alçak gönüllü ol, iyimser ol, cömert ol, merhamet et, affet…İnsan ancak bunları hayatına yansıtırsa ve uygularsa kendini bilmiş olur. Dolayısıyla İNSAN olur. Çünkü kendini bilmeyen insan, hiçbir şey bilemez. İnsanın kendini bilmesinin de en güzel yolu Hakk’ı bilmesidir. Yapmamız gereken ve idrak etmemiz gereken tek şey insan olduğumuzun farkında olarak yaşamak. Dağın, taşın bile almadığı o emaneti kendi rızamızla aldığımızı aklımızdan çıkarmamak. O zaman belki de ne kimse bize, ne de biz kimseye “biraz insan ol” demeyiz.

Unutmayalım, unutmayalım, unutmayalım…

Dünya’ya ne tür bir suretle geldiğimiz değil, Dünya’dan nasıl bir sîretle gideceğimiz önemli.

Sözlerime Üstad Necip Fazıl’ın İman ve Aksiyon kitabından bir cümlesi ile bitirmek istiyorum.

“Bu dünyada insanoğlunun, bilerek, hatta kâfirler ve inkârcılar da dâhil, bir tek gayreti vardır: Ölümsüzlük gayreti…”

Evet, çok acıdır ki bizler ölümsüzmüşüz gibi yaşıyoruz. Bunu bile bile her gün yaşıyoruz. Ölüm belki de hiç kimse için bir tecrübe olmadığı için bizlere akıl üstü geliyor olabilir. Ölmek, aslında geldiğimiz yere geri dönmektir. Evet, aslında ölmek sadece beden kaygısından kurtulmak demektir. Bizim hayatımızı, sonsuzdur. Bizler ölümsüzlüğü bu denli yanlış anlarsak mutsuz bir yaşam sürmüş oluruz.

Yazan, Tuğba Hatipoğlu ( ÇOMÜ İlahiyat )