Acının ve hüznün memleketi olan diyarların çocukları olarak yazıyorum bu zor satırları. Biz önceden neydik ve şuan neyiz muhasebesini yaptık mı diye bir düşünelim. Kendinden öte kardeşini düşünen ve kendisi için istediğini kardeşi için istemedikçe tam manasıyla iman edilmeyeceğini bilirdik bir zamanlar. Bir zamanlar komşuluk hatırı vardı, ocakta pişen yemek benim olmadı hiç bir zaman, her daim bizimdi. Benden öte biz inancı vardı evlerimizde. Nerede şimdi o bizler. Dara düştü mü kimse, kimliğe, milliyete bakılmaz, elden ne gelirse, gönülden ne geçerse verilirdi muhtaç olana. Şimdi ihtiyacımızı dökeceğimiz ne bir akraba, ne bir komşu nede bir dost kaldı bu garip dünyada. Banka sırasına geçtik, bankalar insanlığımızın önüne geçti galiba.
Bu garip dünyanın adetidir her daim, zaman değişir, devletler yıkılır, savaşlar yapılır, antlaşmalar imzalanır, kargaşa yerini suhulete bırakır. Her çağ yaşamıştır bu olayları. Son bir asırdır İslam Ümmeti olarak bir kargaşa içine hapsedilmiş gibiyiz. Bir buçuk milyarlık dev bir hapishanenin müebbet cezası almış mahkumları gibiyiz. Suçumuzu bilmiyoruz, hareket dahi edemiyoruz, haksızlık yapıldığında sadece izliyoruz. Bu çağın insanı olmaktan gerçekten yorulduk. İçimiz hep bir katliama gebe sanki. Bahar adında başlatılan bir buhranın kurbanıyız hepimiz.
Bazen Halep’e atılan bir bomba, yüreğimizi en derinden sarsması gerekirken, televizyon izler gibi izledik kadim kentlerin yok oluşunu. Doğu Türkistanlı ananın feryadına merhem olmamız gerekirken, Çin ürünleri daha ucuz diye alışveriş telaşına girdik hepimiz. Afrikalı, açlıktan karnı şişmiş Muhammed’e el uzatalım, yardımda bulunalım derken israfın ne boyuta ulaştığının farkına dahi varmadık. Rohingyalı, Arakanlı kardeşlerimizin uğradığı zulme karşı, Hint dizileri izleyerek karşılık verdik. Biz bu değildik efendiler! Hiç bir zaman bu kadar değişmemiştik. İnsanlığın bağrı olan medeniyetimiz hiç bir zaman bu kadar birbirinden bi haber yaşamadı.
Son on yıldır süren bir Suriye savaşı ile karşı karşıyayız. Bu huzursuzluğun ve kargaşanın neresindeyiz diye bi düşünelim. Savaş sonrası ülkesini terki diyar eden milyonlarca Müslüman, son kale olarak gördükleri ülkemize sığındılar. Bu memlekete ve bu memleketin insanına güvendiler. Bu güvene karşı ensar olan bizler, nasıl bir imtihan verdik diye bir özeleştiri yapmalıyız. Her çağda insanlığın ve hoşgörünün merkezi olan bu kadim topraklar, yine kendinden bekleneni yaptı ve mazluma sığınak olmayı bildi. İşte bizim mümin vasfımız bu hususta ortaya çıktı, zorda olana her daim uzanan bu eller, gene yalnız bırakmadı mazlum coğrafyanın yitik insanlarını.
Yaşanan bu buhrana karşı biz Müslümanlar olarak her daim aklıselim ve ferasetli bir şekilde hazır ol da olmalıyız. Unutmamalıyız ki demokrasi nidasıyla girilen her coğrafya yerini kedere, gözyaşına bıraktı. Baharı getireceğini savunan zihniyet, girdiği her coğrafyaya zulüm ve önü alınamayan kara bir kış olarak eserlerini bırakıp dönüp gittiler, bazen bir anıt gibi dikildiler ve değiştirdiler bizim olanı. Bunları unutmamalıyız, Ebu Gureybleri unutmamalıyız, Bağdat’ı, Kabil’i, Keşmir’i, Halep’i ve daha nice İslam beldesini. Biz bu coğrafyanın çocukları olarak inanıyoruz ki bu imtihanlar bitecek ve bir gün Kandahar Dağlarından, Kasyun Dağlarına bakıp imtihan heybesinden sabır yükünü yükleneceğiz ve İslam Coğrafyası olarak yeniden huzuru ve adaleti sağlamanın hizmeti içinde olacağız. Hayırla kalınız.
Yazan, Osman Özhazar (Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi İlahiyat Fakültesi)