Biliyorum.. Aklımdakileri, gönlümdekileri ne kadar istesem de ne kadar düşünsem de kâğıda aktaramayacağım. Yine de insan içindekileri dökmek ve rahatlamak istiyor. Ben de bir şeyler yazayım da içimdekiler mürekkebimle akıp gitsin istiyorum. Güzel bir abimin sözü geliyor bu noktada aklıma ‘’yazmak, senin kaçış noktan olsun.’’ Evet, şimdi o noktadayım, mürekkebimin gönlüme tercüman olduğu, kâğıdın ise her zaman bir dost gibi karşımda oturduğu…
Bazı anlar vardır aslında yaşarsın da bir taraftan da şiddetle rüyada olduğunu düşünmek istersin. İşte ben de o durumun belki de en şiddetlisini ve en ağırını yaşadım (Hala da rüyada olmak istiyorum.). Her zamanki gibi ailevi görevlerimden birini yerine getirirken yani markete doğru giderken birden telefonum çaldı. Önce kim olduğumu sordu ve sonra da yaşımı arayan kişi. Aklınıza telefonla arayıp önce kim olduğunu ve yaşının kaç olduğunu sormak ne işe yarar gibi soru geliyordur doğal olarak. Ama annemin yoğun bakımda olduğunu arayanın da annemin yattığı hastanede görevli olan bir hemşire olduğunu söylediğimde taşların yerine oturduğunu anlamış olacaksınız. İşte o an içimden dedim ki anne beni bu rüyadan uyandır ve de ki kahvaltı hazır. Ama maalesef öyle bir şey olmadı.
Hastane yolu öyle uzun öyle kasvetli ve öyle bitmek bilmezdi ki sanki her saniyesi birer saat gibi işliyordu. Hastaneye vardığımda içimde hep bir umut ve inanç vardı. Yoğun bakımın kapısına geldiğimizde umudum ve inancım iyice artmıştı. Ta ki içeriden elinde annemin solunum cihazı olan bir adamın çıkıp yüzüme karşı ‘’Başın sağ olsun.’’ Demesi bendeki bütün duyguları ve hisleri yerle bir etti. O an hiçbir şey işitmeden kendimi dışarı attım. Bir banka oturup etrafıma baktım. Hastanenin işlek bir caddenin üzerinde olmasına rağmen ben hiçbir ses duymuyordum. Göğe baktım. Sanki bir hapishaneye girmişsin de gardiyan demir parmaklıkları üzerine kapatıyormuş gibi çaresiz ve hareketsiz kaldım. Gözümden düşen yaşlar teslimiyetin sahibine isyan etmeden sessizce düşüyordu. Çığlıklarım ise bir daha belki aynı heyecanla ve mutlulukla söylemeyeceğimi bildiği bir ayrı yankılanıyordu. Ve o saatten sonra benim için rüyada yaşama vakti gelmişti. Zilin ne zaman çalacağı belirsiz bir şekilde.
Bazen rüyadan uyanacağımı düşünüyorum ve bir gün Ali hadi kalk diyeceklerini düşünüyorum. Ve bu rüyanın bittiği günü merakla ve tedbirli bir şekilde bekliyorum. Mesela bugün 1460. Günümdeyim… Daha basit olsun 4 yıl… Geçen her günümü bir tesbih tanesi olarak çekiyorum ve sonunda şükür diyeceğim o güne yavaşça ve heyecanla yaklaşıyorum.
Bu rüyada bana emanet edilen iki de melek var. Canlarım… Can yoldaşlarım… Aynı rüyayı paylaştığım. İnsan hiç rüyasını paylaşır mı? Neden olmasın? Dertler, sıkıntılar, sevinçler, mutluluklar paylaşıldığı gibi rüya da paylaşılabilir. Görülen hissedilen şeyler aynı olduktan sonra… En küçüğü bazen uyanmak istese de ‘’Merak etme hiç uyumayacağımız bir mekânda, anne ile sonsuza dek kahvaltı yapacağımız masada uyanmış olacağız.’’ Diyerek onu sabra teşvik ediyorum.
Bu rüyada dert ve çile bizim mazotumuz. Menzilimiz Allah’ın rızasını kazanmak ve cennette rüyamızdan uyanıp sofrada anamla ekmeği paylaşmak…
Selam olsun rüyada olup uyanmayı bekleyenlere,
Selam olsun cennetteki sofraya ekmek almak için kalkıp, yürüyenlere
Selam olsun sabırla, şükre yaklaşmakta olanlara…
Selam ve hürmetlerimle, O’na emanetiz. Duada kalın.
Yazan, Alican Kızıldaş