Koskoca denize bakakaldım. Ya da kurtuluş, huzur, özgürlük mü demeliydim? Babam öyle diyordu çünkü. Kıyıda bir o yana bir bu yana sallanan tekne dikkatimi çekti. Dışı beyazdı. Yani sanırım beyazdı. Üzerindeki gri pasların ve yeşil yosunların arasındaki beyazlıklardan anlamıştım. Arkamda çocuk, yaşlı, baba, anne, bebek yaklaşık altmış kişi vardı. Bu tekneye bu kadar insanın nasıl sığacağını merak ediyordum. Babam ve arkadaşları, kıyafetlerinden geminin kaptanı olduğunu zannettiğim sakallı, şişman biriyle konuşuyorlardı. Babamı beş yıldır ilk defa bu kadar mutlu ve umutlu görüyordum. Sonra annemi aradı gözlerim. Hemen arkamda bir yandan yeni doğmuş kardeşimi emziriyor bir yandan da sessizce iç çekiyordu. Tatlı, tombul yanaklarından akıp giden gözyaşlarını hep benden saklamaya çalışırdı. Ama bu sefer farklıydı. Yüzüme, gözlerimin içine baktı ve acı bir tebessümle okşadı beni.

Beş yıl öncesine kadar böyle değildi. Annem güler yüzlü ve sakin bir kadındı. Bizimle oyunlar oynardı ve çok güzel yemekler yapardı. Galiba çok paramız yoktu ama mutluyduk. Akşama doğru sokağa çıkar arkadaşlarımızla top oynardık. En büyük derdimiz ezandan sonra on dakika daha izin almaktı. Bazı günler mahalleye dondurmacı amca gelirdi. Arkadaşlarım daima kocaman üç liralık dondurmadan yerlerdi. Annem genelde o günlerde ağabeyimle beni eve çağırırdı. Nadiren de para verirdi. Ama biz hep bir liralık dondurmacıklardan yerdik. O koca dondurmaların nasıl bir şey olduğunu hep merak etmişimdir. Acaba tadı farklı mıydı? Akşam, hep beraber babamın gelmesini beklerdik. Geldiğinde ise hemen sofraya oturur annemin mis kokulu yemeklerini bir güzel yerdik. Babam bazen gelirken sokağın başındaki küçük bakkaldan abur cubur alırdı. Çok sevinir, hemen ağabeyimle bölüşürdük. Hiç tam yarıdan böldüğümüzü hatırlamıyorum. Ne kadar itiraz etsem de büyük payı hep ağabeyim alırdı.

O en son akşam da buna benzer bir gün geçirmiştik. Babam bu sefer biraz erken gelmişti. Sıcacık ekmekler vardı elinde. Ağabeyimle beraber ekmeğin çıtırlarını yemeye bayılırdık. Ağzımızdan çıkan çatur çutur sesler çok hoşumuza gidiyordu. Yine çok mutluyduk. Ta ki o ana kadar… “Gidiyoruz!” demişti babam. Çok uzaklara gidiyorduk. Evimizden ve arkadaşlarımızdan ayrılacaktık. Ayrılmayı hiç istemiyordum ama sonunda geldik buraya. Ve şimdi yine gidiyoruz çok uzaklara.

Babam eliyle gelin işareti yaptı. Ağabeyim ve ben, annem kardeşimi taşırken eşyalarımızı aldık. Zaten çok bir şeyimiz yoktu. Geceleri çadırın içi soğuk olduğu için bazı hayırseverlerin verdiği üç dört eski battaniye ve iki bayatladığı için üzerinde çıtırları olmayan ekmeğimiz vardı. Teknenin içine girdik. Çok kalabalıktı, çok kötü kokuyordu. Girer girmez bizi karşılayan boğucu hava, öksürüklerimizle karşılık bulmuştu. Zeminde yer yer ıslaklıklar vardı. Karanlıkta hemen kuru bir yer bulup oturduk. Babam umutla “Uzun bir yolculuk olacak ama sonunda rahata kavuşacağız.”dedi. Rahatlamak, kurtulmak, özgürlük…  Son günlerde ne çok kullanıyordu bu kelimeleri babam.

Yolculuğun başlamasıyla beraber birçok kişide uyumaya başladı. Ben de bir yandan etrafı izliyor bir yandan da düşünüyordum. Neden sıcacık evimiz dururken çıkıp buralara gelmiştik? Şurada yatan yaşlı nineyi ya da annemin kucağındaki kardeşimi buralara sürükleyen neydi? Babama sorduğumda “Savaş!”diyordu. Savaşmamı istiyordu. Bize bunu yapan kötü adamlara karşı “Savaş!” diyordu. Allah’a karşı savaşanlara karşı “Savaş!” diyordu. Neden insanlar bizim gibilere savaş açıyordu anlamıyordum. Hem bir farkımız yoktu ki onlardan. Onlar da yemek yiyor, su içiyor, gülüyor, ağlıyordu bizde. Biz gülüyor muyduk, onlar ağlıyor muydu? Galiba aramızdaki fark buydu. Onlar hep gülüyordu, biz ise hep ağlıyorduk.

Düşüncelerimi içeri giren yaşlı amcanın sesi dağıttı “Batıyoruz!”. Akabinde çığlıklar ve izdiham… Birbirinin üzerine çıkan insanlar, çıkamayıp altta kalanlar… Gözlerim hemen babamı aradı, gözlerimiz son kez buluştu orada. Galiba yıllardır sürdürdüğümüz yolculukta sona yaklaşıyorduk. Babam bizi teknenin üst tarafına çıkardı. Yavaş yavaş yaklaşıyorduk dibi gözükmeyen sulara. Sıkı sıkı sarıldım babama. Dakikalar sonra buz gibi suları karnımda hissettim, hissettik. Üşüyordum, korkuyordum…  Son gücümle son bir kez bağırdım “Ben yüzme bilmiyorum ki baba!”

Göğsümde çakıl taşları ve kumların verdiği acıyı hissediyorum. Bir balina gibi kıyıya vurmuşum. Bir belgeselde balinaların da öleceği zaman kıyıya vurduklarını okumuştum. Ama onlara birçok insan yardım ediyordu. Bana da edecekler miydi? Yoksa yine yakıp yıkacaklar, beni görmezden mi geleceklerdi? Annem, babam, ağabeyim, küçük kardeşim neredeler? Acaba onlar da benim gibi acı mı hissediyorlar yoksa kurtuluşa ulaştılar mı? Ya da birazdan babamın bahsettiği özgürlüğe, mutluluğa, kurtuluşa ben mi ulaşacaktım?

Yazan, Erkam Salih Büyükdinç ( Boğaziçi Üniversitesi )