Beş yıldızlı otellerin lobilerinde bırakılan insanlığımız, Avm koridorlarında tam bir ruh buhranına dönüşerek, lüksün geçici arzularında boğmaya başladı bizleri.
Duvarlarımızın saatleri ilerledikçe, kalbimiz cahiliyesine doğru hızlıca geriye doğru koşuyor. Markalarımız, rızıklarımızın önüne geçti, ‘yağmurumuz’ marka sulara dönüştü ‘süper’ marketlerimizde…
Cansız sıvılardan türeyen ‘canımız’ zıttına doğru ayağa kalkarak canlıdan cansıza doğru ilerlemekte.
Beşeriyetimizin yegâne unsuru olan vicdanımız, yüksek binaların apartman boşluklarında intiharına hazırlanırken, alt katımızdaki kahkahaların şiddetini beyinlerimizde hissediyoruz. Merhametimizi geçen gazabımız, tebessümlerimizi çatık kaşlarımıza hapsetti.
Aklımızı, yeni keşiflerin keskin dişlilerinde kaybettik. Huzurumuzu yapay bir mutluluk akıntısına bıraktık, gelecek kuşaklara ‘ulaştırmak’ için…
Teknolojimizin muhteşem eseri olan gençlerimiz, henüz 13-15 yaşlarında her şeyi yaşama tecrübesine malik olmuşçasına isyanın doruklarında, ‘kaderine küfretme’ cüretini bulabiliyor, küçücük bedenlerinde.
Gece ‘Hayat’ına dönmüş ruhumuzun huzur saatleri, erzağını koca bir nesilden alan dev alev topuna dönmüştür…
Kâinat, düşürülen ahlaksızlık çukurundan çıkma yollarını ararken, maddenin açılmaz kapısından geri dönerek tekrar çukuruna düşüyor, okyanusun ortasında boşa kürek sallayan tekne gibi, bir damla dahi yol alamıyor.
İşte tamda bu çıkmazlarla dolu zaman diliminde, kendisine olan özlemiyle “İslam” kurtuluş reçetesini tüm insanlığa arz ederek “beyaz haberlerim var kardeşlerim” nidasıyla, haykıracak Ömer yürekli gencini arıyor…
“Ne mutlu kutlu davanın haberi olan insana” ve “Ne mutlu Kıtalara yayan imanına!”.
Yazan, Recep Yiğit