“Haksız bir davada zirve olmaktansa hak davada zerre olmayı tercih ederiz.” Demiş merhum Necmeddin Erbakan hocamız. Sahi hiç sorduk mu kendimize, hangi davayı güdüyoruz? Hani geçenlerde şehitlerimizi, ümmeti ve milleti için çaba sarf eden dava adamlarımızı yad etmiştik. Hatırladın mı? Hani ertesi gün hiçbir şey olmamışçasına yaşamın amacını unutup beyhude işlere dalmıştık. Hatırladın mı? Sahi söyler misin, neydi bizim davamız? Dünyanın kurulu düzeninin çarkları arasında tüketim çılgınlığı oyununda mertebe atlamak mıydı? Bu oyunda en üst mertebeye de çıksak oyunun kazananı bellidir. Oyunu sen mi kurdun da galip olma hayali kurarsın. Hoş, nasıl kazanacağız bu oyunu? Bu sorunun adresi ve cevabı bellidir. Adresi sensin… Cevabı da sen de aslında. Yıllardır konuşula gelen meselelerden birisidir: Milli. Biz bu kelimenin iki, şeklini sevmeyiz, -burası malumdur- sendeki cevabın temelinde de bu kelime yatar. Devrim gereksinimleri doğrultusunda bu kelime geç de olsa teknoloji kapısını açmıştır. Ee artık rahatça söyleyebilirsin amacımızın ne olduğunu.

   Anahtar kelimeler: milli ve teknoloji. Öyleyse biz ne yapabiliriz demekten ziyade neyi yapamayız demek daha doğru olur. Atalarımızın açtığı yolda, inandıkları davada ne kadar ısrarcı ve asla pes etmeyen bir yapıda olmaları bizlerin önüne sunulan binlerce misalden bazılarıdır. Bizler bu misalleri masal olarak hatırlamaya devam edeceksek mertebe aşmaya çalıştığımız o oyunda sonsuz mağlup olarak o çarkın dişlileri arasında yok olup gideriz. Bilakis bize düşen vazife teknolojinin her türlü yararlı imkânlarını kullanarak ülkemizi geliştirmek ve mazlum coğrafyalara yeniden umut olmaktır. Bahanecilik ve bananecilik gömleğini yırtıp atmadıktan sonra fiiliyatlarımız laftan öteye geçemeyecektir. Aslına bakarsanız herhangi bir meselede çözüm ararken yaptığımız hatalar, bizleri ucu bucağı gözükmeyen çıkmazlara götürmektedir. Hal böyleyken bizlerin yapacağı icraatlar fikriyat safhasında dahi temeli yanlış atılmış binaları andırıyor. Şimdi gelin esas çözümlere bir bakalım. Öncelikle dünyanın şu anki durumunu gözden geçirirsek; bir yanda tek yudum su arayışı içinde kilometrelerce yol kateden ve bir deri bir kemik kalarak yaşama tutunmaya çalışanlar varken, bir yanda ise gözünü doyurmak için açtığı ağzını kapatamayan, sonrasında ise fazlalıklardan kurtulmak için saatlerce yürüyüş ve koşu yapanlar var. Bir de elindeki fırsatları tepeleme yığarken kalkıp bir tanesine zaman ayırıp da değerlendirmeye mecali kalmayanlar var. İşte bunlar bahanecilerin ta kendileridir.

   Son zamanlarda daha çok tezahüratta ve laf-ı güzafta insanız. Yaptığımız en iyi işlerden bir tanesi olarak karşımıza çıkıveriyor zaten. Anlamadığımız şey bu kadar ağzı iyi laf yapıp da icraatte memurluğa soyunmak. Nereye kadar böyle devam edecek? Her gün sisteme atıp tutanlar nedense bu işleyişin düzelmesi için çaba sarf etmemektedir. Her geçen zaman düzen sahiplerinin cebini doldururken mazlumların gözyaşları denizler dolduruyor. Yine de seyrimize devam mı edelim? Uyan! Kalk! Ve omuz ver! Kulak ver büyüklere! Unutma! Kâbe’yi yıkmaya gelen Ebrehe’nin filleri nasıl sahiplerini ezdiyse bugün zalim devletlerin uçak, gemi ve tank filoları da birbirini ezecek ve kendi sahiplerini yiyecektir. Bu düşünce üzerinde bizlere ilham kaynağı olan Hocamızı hayırla yâd ederiz.

Yazan, Furkan Değirmenci (Doğuş Üniversitesi Elektrik Elektronik Fakültesi)