Her şeyimi kısacık bir zaman dilimine sığdırdım… Bunu ilk kez yaptım… Babamdan sonra dahi göğsümde hissetmediğim o sancıyı, 16 TEMMUZ sabahında Üsküdar’da; dünyaya sığdıramayacağım 2. babam, evimizin direği olan abimin bir hastanenin morgundaki bir dolaba sığdığı gibi bende yüreğime sığdırdım. Kelimelerin “Ben bu derdi anlatmaya yetemem” deyip utancından anlamlarını yitirip dile yerleşmediği bir sabah yaşadık…
15 Temmuz’da korkmadan koştuğu köprüden evine dönemeyen abimin haberini sabah 6 sularında aldık… Geç oldu, yazmak biraz da güç oldu ama artık kelimelerin vazifesini yapma vakti geldi çattı. Zor başladık, çabuk bitecek (Yaşarken değil, okurken…)
Abim ve ben ablamdayız. Akşam yemeğini yedikten sonra salona geçiyoruz. Tv’de haberler açık, salonda sohbet var. Abim hava almak için balkona çıkınca yan komşunun sesini duyuyor. İçeri geliyor ve “Yandaki kim, ne diyor bu? Yok asker yolu kapatmışta, elinde silah doğrultmuşta bilmem ne … Vatan haini mi bu, neden asker hakkında böyle konuşuyor?”.
Abimin sözlerine dikkat edin, askerleri savunuyor, beklemiyor çünkü bu hainliği…
Sonra konu dağılıyor, başka muhabbetler Tv kapatılıyor. Beylerbeyi polis evinde çalışan yeğenimden telefon geliyor. Askerler köprüyü kapatmış, çatışma çıkma ihtimali var. Dışarı çıkamıyoruz, ışıkları kapattık. Bazı polisler ağlıyor. (Korkmuşlar sanmayın. Biz şimdi ne yapacağız, neler oluyor, halkı nasıl koruyacağız düşüncelerinin sıvı hali o yaşlar…)
Polisin elindeki en kuvvetli silah, askerin en zayıf silahı çünkü…
Nasıl gelecek o çocuk? Neler oluyor? Tekrar Tv açılıyor neler oluyormuş bir bakalım diyoruz…
Anlamaya çalışma gayretimiz olsa bile idrak etmek oldukça zorlaşıyor. Çünkü akla geleni insan kabullenmek istemiyor. Eve gitmek istiyorum ama korkumdan değil, evden her şey daha rahat olacak izlemem, hissetmem, anlamam. Yine de bu isteğimi dile getirmiyorum. Abim “Hadi, eve gidiyoruz” deyince tasımı tarağımı hızla kavrayıp arabaya koşuyorum. İlk işimiz yeğenimi polis evine en yakın noktadan alıp, eve getirmek. Olayın sebebi, boyutları, Beylerbeyi hakkında hala tam olarak bir fikre ya da bilgiye sahip değiliz…
Sonra yeğenimden haber geliyor, çıkmışlar bir araç bulmuş eve geliyormuş. O zaman bizde eve doğru gidiyoruz. İlk başta ayılamadığım bir durum var yeni yeni idrak ediyorum, “Abim çok sessiz…” bu işte bir terslik var. Normalde durumu analiz ederken mutlaka sesli düşünür, eğer vatana kast meselesi ise de mutlaka hiddetlenerek düşünürdü. Ama o gece çok sessizdi… Evin önüne gidip park yerini istemeden es geçince üst yola gidiyoruz. O eski ve anlamsız ismiyle boğaz köprüsünü gören bir cadde… Arabayı görüş mesafesi en net noktaya çekip kısa süre izliyoruz. Yine de uzak her şeyi takip edebilmek için. Eve gidiyoruz, haberleri açıyoruz. Bu bir darbe girişimiymiş (!)…
Eve girer girmez abim hareketleniyor, ama yine çok sessiz… Bir ara dışarı çıkıyor gidecek sanıyorum, kapıya koşup “nereye?” diye soruyorum. Bir yere gitmiyormuş, buralardaymış. 10-15 dkk sonra eve dönüyor. Cebine biraz para, arabanın anahtarları, kimlik alıyor.
Sokağa çıkacakmış… Çıkacak tabi…
O evde oturun diyenler var ya, korkanlar var ya, kafalarını soktukları küçük dünyalarından sakın ha dışarı çıkmasınlar…
“Abi” diyorum “Bende geleceğim”.
Aldığım cevap gayet net “Hayır…”
“O zaman sen de gitmeyeceksin” diyorum, ama kime ne söylüyorsam…
“Ben gidiyorum” dedi, “Ben de geliyorum” diye yükselttim sesimi.
Kızdı, “Otur oturduğun yerde” dedi.
Çıktı ve gitti, ABİM…
Gidecek tabi “Vatan, Millet” mevzu bahis, onun yegâne kelimeleri, durur mu?
Durmasında…
Ben yerimde zor duruyorum…
15 dkk sonra, eğer abim geri dönmezse, ben de çıkacağım…
Telefonumun şarjı bitiyor, şarja takıyorum, dolmak bilmiyor. Allah’ım neler oluyor?
Bu arada, sürekli arkadaşlarımla ve aile bireyleri ile iletişim halindeyiz, Abim hariç…
Silah sesleri duymaya başlıyorum. Ev “15 TEMMUZ ŞEHİTLER KÖPRÜSÜNE” çok yakın. Bütün sesler evde…
Çıkacağım, çıkamıyorum… Korkumdan değil… Daha doğrusu silahlardan korktuğum için değil, korkmuyorum ben silahlardan… Olur da abim eve döner ve beni bulamazsa onun hiddetinden korkuyorum. Kızar çünkü…
Bir saat, iki saat geçiyor. Abimden çıt yok. Ablamlar dışarıda birbirlerinden haberleri yok. Arıyoruz sürekli ama telefonu açmıyor Abim. Kısıklı’dadır, Üsküdar’a inmiştir sesten duymuyordur, diyorum. Ya da telefonu arabada bırakmıştır…
Tekrar arıyorum açmıyor. Hepimiz arıyoruz açmıyor…
Bir mesaj çekiyorum benden 15 yaş büyük abimi paylarcasına “İnsan bir arar, mesaj çeker. Dışarısı karışık, koskoca adamsın…” Bir yandan TRT’de gayri resmi bir bildiri, diğer yandan Cumhurbaşkanının internet bağlantısı, selalar ve ezanlar derken…
Silah sesleri yükseliyor tekrar. Fazlasıyla uzun süreli ve yüksek sesli. Uçaklar, iki ya üç kerede tanktan top sesi sanırım…
İnsanın aklına ilk gelen havaya ateş açılmış olma ihtimali. Geri kalan ve dehşete düşürecek ihtimaller yükselmiyor zihinde…
Üç saat, dört saat, beş… Hala gelecek diye bekliyorum. Yengem ve yeğenlerim o akşam evde değil, kendi ablasındaydı. Bana abimi soruyor eve gelmedi demeye çekiniyorum. Mutlaka gelecek eve ama şimdi yengeme söylerse korkar, endişe eder. En iyisi susmak… Gün aysın dışarı çıkacağım, abimi arasam da bulamam o kalabalıkta, nerede olduğunu bile bilmiyorum ki… Ama ben de dik duracağım, nöbeti devralacağım, dışarı koşacağım. Abimi bekliyorum…
Gece boyu dolmayan şarjımı hızlı şarj olsun diye uçak maduna alıp beklerken, uyuya kalıyorum.
Çok kısa sürüyor, kapı çalıyor. Abim geldi diye kapıya koşardım lakin üst komşunun sesi bu. Mümkün değil bu saatte uyanmazlar. Kapıyı açıyorum, hastaneye kadar gitmemiz lazımmış?! Yahu bana bir donukluk geldi o ara, beyin fonksiyonlarım durdu. “Abim vuruldu mu acaba?” diyemedim kendime. Ankara’daki o dehşet verici anları izlemiş olmama rağmen… Ne oldu diyorum hazırlanmaya çalışırken “Bir şey yok, abin motorla kaza yapmış” diyor. Bahçeye bakıyorum motor yok. Bahçeden çıkıyoruz arabada yok. E kaza söylemi doğru ise araba nerde? Abim gözümün önünde arabayla gitti o zaman motor nerde?
Komşuya bir telefon daha geliyor, feryat yükseliyor o kısık sesinden. Artık anladım, zorlamayın… Abim gelmedi, haberi geldi… Araba yok yollarda, komşudan rica ediyoruz. Zar zor bırakıyor Altunizade’ye kadar, taksi yok. Otobüs falan zaten yok. Motorlu bir amca geçiyor, yalvarıyorum “Ne olur amca beni numune hastanesine götür” duruyor. Komşular bırakmıyorlar ki gideyim. Beraber diyorlar, bir taksi geliyor biniyoruz. Aklım buz gibi… Bu defa bana bir telefon… “Morga gelin”… Yaşayan bir insanın morgda ne işi var diye düşünmez misin demeye yer bırakmayacak kadar safça soruyorum “Öldü dimi?”
Sütkardeş ağlamış, belli sesinden… Hastanedeyiz bahçede büyük bir yıkım var… Anneler, babalar, evlatlar, kardeşler yıkılmış. Ağlıyor bizimkiler… Suskunlar… İçeri almıyorlarmış.
Hadi ya !…
Sessizce giriyorum binaya ilk kat, sola dön düz git. Daha önce hiç bilmediğim bir bina. Yere bak !!! Kimse sesini çıkartıp dışarı çıkın demedi. Diyemezler de. Yere eğildim, aklımın donukluğu gitmemiş olacak, yerde yatan adamı abim sanıp konuşmaya başladım. Ama öyle ağlamak falan yok… “Ben bakacağım çocuklarına, sana bunu nasıl yaptılar, ah benim canım abim nasıl kıydılar. Cansız bir betona sıkar gibi size nasıl sıktılar o mermileri hiç acımadan…”
Bir ara dokundum, savcı “Dokunmayın lütfen deliller kayboluyor” dedi.
Delil ?!
Kimin yaptığı belli değil mi, ne delili yahu diye celallendim bir anda. Dışarı çıktım. Ablama göstermemişler ben gidene kadar, ben gördüm deyince o da içeri daldı. Geldiğinde öğrendim ki o konuştuğum adam abim değilmiş. Şimdi düşününce gerçekten de benzetilecek bir yanı yoktu simaen ve fiziken…
Tekrar içeri giriyorum. O çekmeceli dolaplardan birine koymuşlar Abimi. Bakıyorum bakıyorum sığdıramıyorum onu oraya. Hâlbuki ne kadar küçük duruyor bedeni orada.
Üç kurşun… Biri bel kısmından, ikisi yürekten…
Defalarca öpüyorum, ağlamadan, sessizce… Kokluyorum… O nereden vurulmuşsa oram acıyor. Gelmiş geçmiş ve gelecek olan tüm yaralarımdan utanıyorum… Dışarı çıkıyorum, bir iki mesaj, bir iki arama.
“Öldü” derken kelimenin anlamını tartıyorum kafamda. Terazi bozuluyor…
Yengemi arayamıyorum, annemi arayamıyorum. Benden önce öğrenmişler ama seslerini duyarsam yıkılacağım. Yengem Avrupa yakasında gelemiyor, diğer ablam ve abim orada gelemiyorlar… Biz gitsek gidemiyoruz… Sevdiğim beni seven başka insanlar da var bende çareyi onlara sığınmakta buluyorum… Yanıma, yangınıma yetişen yetişebilen tek bir kişi var… İçimi dışıma dökemiyorum ki o da beni anlasın. Sağ olsun bana gerek kalmadan haber veriyor geri kalan tüm arkadaşlarıma. Sonrası hep ağlamak… Köprü açılıyor, yollarda emniyet sağlanmış yolculuk başlıyor.
Köprüden geçerken yerde abimin kanını arıyorum, abilerimin kanını… Ablalarımın kanını… Köprü kan kokuyordu… Yemin ederim kan kokuyordu, ölüm kokuyordu…
Karşı tarafa geçip cenazenin gideceği eve girince yengeme yöneliyorum. Orda bana bir sarılması var ki, ölsem dahi unutamam…
Bir koklayışı var beni, kolları Muhammedim diye bağırıyor adeta. Kokluyor kendimden utanıyorum. Neden kokladığını biliyorum çünkü… Ben küçük Muhammedim… Keşke yok olsam diyorum, yerin dibine girsem de görmese beni… Ama kaçış yok, artık en çok beni görecek. İstemese bile görecek çünkü söz verdim ben abime.
Emanetleri emanetim olacak…
Uzaklaşıyorum, kalabalık artıyor. Dostlarım, akrabalar… Sağolsunlar, gerçekten. Hele ki dostlarım. Abime abileriymiş gibi üzüldükleri, ağladıkları, önemsedikleri için. Yine bir zor günümde onları görünce yanımda “İyi ki” diyorum… Hiç yalnız kalmadık günlerce. Hem de hiç. Evde hep bir ağlamak…
Bir ara kendimi bizim eve hapsettim. Yalnız kalıp düşünmek, soğuyan aklımı toplamak, yanan yüreğimi serinletmek istedim. Abimin iki çocuğu var; 7 yaşında bir oğul büyüyünce babasına el kol olacak, 2.5 yaşında Züleyha Esma o da büyüyünce babasına göz olacak… Onları düşünüyorum.
Şimdi nasıl olacak… Ne olacak belli ama nasıl olacak.
Ya abimi üzersem, yetiştiremezsem o çocukları istediği gibi.
Ya abimin babamın emaneti olan bizleri hiç dağıtmadan sahiplendiği gibi ben de onun emanetlerini sahiplenip toplayamazsam.
Ya üzersem, kızdırırsam şehidimi…
Rabbim benden razı olur mu hiç o zaman?
Abim benden razı olur mu?…
O çocukları üzersem ben benden razı olur muyum???
O günlerde köprü görüntülerini izliyorum defalarca. Ne kadar çok video var, abim yok… Aynı görüntüleri defalarca izliyorum ondan tek bir iz bile yok…
Başka bir yerden abimin videosu geliyor önüme… Çektiği acının kanıtı dişlerinin arasına alıp ısırdığı o bez. Ellerini görüyorum, kucağına yattığı kişinin kollarını tutuyor. Yarı baygın, tişörtü kanlı… Konuşturuyorlar… Evde annen, baban, karın, çocukların, kardeşin var mı diyorlar, var diyor. Ablamda var… Abi sen güçlüsün diyorlar, diyorlar demesine ama kalmamış takati…
İnna lillah ve inna ileyhi raciun…
Abimi hiç iyi görmüyorum… Kendinde değil… Onu hastaneye taşıyanları ilk gördüğünde iki çocuğum var beni hastaneye yetiştirin demiş, yolda giderken arkadaşlarına “Ölünecekse bu gece ölünmeli” diyen o dağ gibi adam, benim ikinci babam…
Ama o kadar çok istediği şahadete kavuşurken bile yine de aklına ilk gelen yavruları olmuş. Ali’min dilinde günlerdir “Ben babam şehid olsun istememiştim ki, babamı çok özlüyorum” cümlesi var. Esma, o cıvıl cıvıl yerinde duramayan, babası olmayınca hırçınlaşan kız, durgunlaştı. Yengem uykusuz, özlem nöbeti çekiyor. Annem çileli, evlat acısı eziyor onu da. Hepsi zamanla güçlenecek inşallah, ama şimdilik bana kalıyor dik durmak. Ben de abime söz verdim.
2 dakika 50 saniyeye sığdırdığım veda hutbemle yola devam edeceğim. Sancağı devraldım, yıkılmadan taşıyacağım. Ömrümün sonuna kadar unutmayacağım. ALLAH yüzümü yere düşürmesin, utandırmasın hep koşacağım… Onun gibi önde olma şerefine nail olamadım, demek ki layık değilmişim ama arkasından koşacağım. Çocuklarını, çocuklarımı, bu vatanın evladıyım diyen herkesi koşturacağım. Koşmak isteyen herkesin yanında duracağım. Abim gibi olup dik duracağım. Çocuklarını istediği gibi büyütüp onlara da şahadetin kutsallığını anlatacağım ki yeri geldi mi koşarak gitsinler babalarına…
O yüzden diyoruz; “DURMAK YOK, KOŞ”…
Din için koş, vatan için koş …
VATAN İÇİN !… ABİM İÇİN !…
Yazan, Melek Ambar ( Şehid Muhammed Ambar’ın Kız Kardeşi )